Barikattan Başbakan'ın kucağına
Şafak Sezer'in Başbakan ve eşi arasında çekilen o
fotoğrafına biraz daha dikkatli bakın, evde camekân dolabı indirdikten sonra
'cana gelecek mala gelsin' sevecenliğiyle kucaklanan yaramazlık ustası bir
çocuğun 'yine yırttık' bakışından fazlasını göremeyeceksiniz. İşte, direnişçi
ruha sahip ve sol gelenekten gelen babası Polo Dayı'nın aykırı oğlu Şafak Sezer
özelinde Gezi Parkı sendromuyla mücadele analizi...
“Stockholm sendromu, rehinenin kendisini rehin alan kişiyle,
olası diyalog sürecinde oluşan duygusal anlamda sempati ve empati oluşması
olarak özetlenebilecek psikolojik durumu anlatan literatür terimdir.”
Gezi Parkı direnişi sonrasında ünlü kişilerin davranış
eğilimleri üzerine de “Gezi sendromu” isimli bir hastalık psikoloji
literatürüne girer mi bilinmez, ama eğer hastalık teşhisinin kabulünde kitlesel
davranış bütünlükleri rol oynuyorsa, ciddi şekilde tartışılması gereken bir
durumla karşı karşıyayız, demektir.
Hastalığın izlediği süreci şu şekilde özetleyebiliriz
sanırım; ünlü kapsamına giren kişi, tüm yurtta coşkuyla sokağa dökülen
kitlelerin gerçekleştirdiği Gezi Parkı eylemlerinin dışında kalmamak adına
kendisini sokağa, daha doğrusu Gezi Parkı’na atar. Fotoğraflar magazin basınına
yansır, yansımasa bile eylemin yarattığı haz ve coşkunun tesiriyle bizzat
sosyal medya aracılğıyla paylaşılır. Bu aşamada sendrom sahibi herhangi bir
kaygı taşımamaktadır. Oysa ait olduğu düzen, eleştiri ve protesto gibi
kavramları tamamen dışlamıştır. Düzenin ayaklarını oluşturan kısımlarda yer
alanlarsa, biat zorunluluğu içine hapsolmuşlardır. Biat kendini “Başbakana
dokunmak ibadettir” tarzı yansımalarla da gösterebilir, “AKP’yi takdir
ediyorum” şeklinde de. Mesele çizginin neresinde durduğunuz değildir, içinde ya
da dışında olmanızdır.
Ünlü kişilik birkaç gün sonra haz ve coşku histerisini
atlattığında ayılmaya başlar. 12 Eylül sonrasında cunta yönetimine karşı
hazırlanan “Aydınlar Dilekçesi”ne imza atan bazı ünlüler gibi Gezi eylemine
katılanlar da geri vitese geçmek için makul mazeretler üretme sancısıyla
kıvranmaya başladılar.
Sonuçta hergün bu heyecanı yaşayamayacaktır ya, önünde
yapması gereken işler arkasında yaşadığı hayatı kendisine sağlayan kurulu
düzenle ilişkiler vardır. “Hayat normale dönsün” ya da “artık eve dönüyoruz”
sanrıları başlar. Ancak dışarıya yönelik bu sanrılar iç dünyada yaratılan
“aslında her şey iyi gidiyordu” türünden düşünceler sanal gerçekliğin
tazelenmesi için yeterli değildir. Bu kez içe dönük birtakım koşullamalar
yaratmak gereklidir. Halk hareketi diye bas bas bağıran bir eylemden halk
ortalamasının üstünde bir kolektif bilinç beklenmeye başlanır, bu kez “parkta
da herkes dut gibi sarhoş”, ya da “marjinal gruplar var” söylemine tutunulur.
Hasta kişi biat kültürü içinde ezildiği için çizginin dışına çıkışı ne kadar
coşkulu olduysa yeniden içeri adım atma süreci de o kadar sancılı olur. Çünkü
manevi özgürlük için içinde yeşeren bir anlık umut “üç günde hükümet istifa mı
edecek” söylemlerinin arasına sıkışmıştır. Halk akşamları protesto etmeyi
sürdürüp, sabah da işine gidebilir, en fazla uykusundan feda eder. Ya o? Onun
hayatı öyle midir? O her ekrana çıktığında aslında insanlara bir mesaj
vermektedir, hayranları vardır, onu ekrana çıkaranlar hayranlarının manipüle
olmasını istemezler.
Bu noktadan sonra sanrılar iyice kuvvetlenecektir, hele
polisin Taksim’e müdahale edip parkı ele geçirmesi ünlü kişide tam bir hayal
kırıklığı yaratmıştır. Eylemciler ölüp yaralananlara üzülürken ünlü kişi daha
çok sembolleştirdiği işgalin sona erdiğini düşünerek savaşın kaybedildiğini
düşünür. Beyni artık daha hızlı çalışmaktadır, öğretmene suçüstü yakalanan
yaramaz öğrenci gibi çabuk argümanlar geliştirmektedir. “Hükümet de haklı
aslında, barikat kurmayı nereden biliyorlar?”
Direnişe destek veren meslektaşlarının -duruşlarını
bozmadıkları için bir bir- işlerinin iptal edildiği haberini alınca beynine bir
sancı girer. Acaba aynı şey kendi başına da gelecek midir? Birkaç gün sonra
sokakta daha fazla görünür olur, ya da kendini güneyde bir tatil yerine atar,
objektiflerin kendine dönmesine alışıktır da, eskiden “ünlü”yken artık
“direnişe destek veren ünlü”dür. Eninde sonunda birileri hatırlatacaktır. Biat
ettikleriyle karşı karşıya gelecektir, ama can pazarında aklın yolu birdir. Bu
tip hastalar genelde çareyi ortak akılda bulurlar, “ben çevre için yürümüştüm,
hükümet karşıtı eylem olduğunu bilmiyordum” diyebilirler, sanki olayların ilk
gününden beri hükümet istifaya davet edilmiyormuş gibi, “başbakana küfür etmek,
çok ayıp” derler”, sanki paylaştıkları fotoğraflardaki kalabalıklar küfür
etmiyormuş gibi, “hem bu eylemlere katılıp, hem de başbakanı sevemez miyiz”
derler sanki ilk günden beri “biz” ve “bunlar” kelimeleri başbakanın ağzından
düşmüyormuş gibi. Neyseki biat edilen mekanizma o kadar acımasız değildir, en
azından şimdilik, isimleri çizilir ama ucu sivri olmayan bir kurşun kalemle...
Okan Bayülgen, Ömür Gedik ve daha nice ünlü Gezi Parkı
Sendromuna yakalandı. Ne yapacaklarını, hangi tarafta olacaklarını bilemediler,
göstericilere yanaştılar, sistemin dik bakan gözleriyle karşılaştılar, düzene
yanaştılar, tepki çektiler. Ne şiş yansın ne kebap dediler, olmadı, ama en çok
da Şafak Sezer tepki çekti. Çünkü onun çarkediş şekli diğerlerine oranla daha
bir ezik ve bayağı denilecek türdendi. Başbakanın önünde diz çökmeler, el öpme
girişimleri ile karizmayı fena çizdirdi ve alay konusu oldu. Diğer cephenin
tepkisi ise sosyal medyada Şafak Sezer’i ti’ye almak oldu. Hem de ne alış. Hoş,
Sezer de susup oturacağına attığı tweetler ve katıldığı televizyon programında
söyledikleriyle bu tepkinin oluşmasına fazlasıyla çanak tuttu ya... Ama olsun
Gezi cephesinin tepkisi iktidar olanaklarını elinde tutanlardan daha az
tehlikeliydi. Ne dizi ne de reklam filmlerini iptal etme güçleri vardı. En
fazla filmlerini izlemezlerdi.
Şafak Sezer’in bu yoğunlukta tepki görmesinde belki içinden
çıktığı çevrenin ve ailesinin kökleri ve politik duruşu ile de ilintili
olabilirdi. Belki Alevi bir aileden gelmesi ve o kesimin politik refleksleriyle
çatışmasıydı. Alevilere yönelik söylemlerin şiddetli hale geldiği bir
dönemdeyiz malum, üstelik Şafak Sezer’in babası Polat Sezer, nam-ı diğer Polo
Dayı Alevi toplumunun önemli isimlerinden biriyken, gidip Başbakan’ın elini
öpmesi, kimi Alevilerin tepkisini çekti. Kimileri “Polo Dayı mezarında ters
döndü” bile dedi. Elbette Alevi olmak başbakanı sevmeye engel değil. Yine de
eylemlerde verdiği fotoğraflarla o çok konuşan entel takımına “siz niye
yoksunuz” dedirten Şafak Sezer’in ani değişimi, işin içinde başka kaygılar mı
var dedirtiyor. Acaba Sezer sendromun en ciddi kurbanlarından biri mi?
Diğerlerine göre daha hesapsız, ya da küçük hesaplı olduğu için, hastalığın
sanrılarını en derinden yaşayan o mu? Acaba günlerce “ne yaptım ben” diye
yatakta dönüp durdu mu? Bu soruların yanıtını bilemeyiz, ama Beyaz TV’de
katıldığı programda söyledikleri ve haline bakarak, sisteme entegrasyonunun
yeniden tamamlandığını söyleyebiliriz.
0 comments
Write Down Your Responses